Haftanın Sergisi – 10
Şerif Erol: Pazar günü Bienal sona eriyor.
Haldun Dostoğlu: Evet, böylece önümüzdeki Pazar’dan sonra iki yıl süre ile bir daha Bienal lafı etmeyeceğiz.
ŞE: Konuşmayacak mıyız hakikaten, hiç konuşulmayacak mı?
HD: Yo, niye konuşmayalım? Bienal sonrası, ‘post Bienal’ dönemi başlayacak.
ŞE: Öyle mi?
HD: Asıl dedikoduların orada olduğu söyleniyor.
ŞE: Bu büyük gelişlerden, gidişlerden, ziyaretlerden pek dedikodulara vakit olmuyor herhalde.
HD: Bir süre o ziyaretlerin fırtınası yaşandı, dün ise Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde bu Bienal’in değerlendirildiği bir panel yapıldı. Pazar günü de Bienal sona eriyor; Bienal sonrasında, bu Bienal mi, daha önceki mi güzeldi, üçüncüsü mü, beşincisi mi, vs. böyle birtakım tartışmalar sürer. Bir sonraki Bienal’in küratörü açıklanır, o da 6 ay içinde belli olur. Bienal’in hemen ardında Kültür Sanat Vakfı’nın danışma kurulu toplanıyor ve bir sonraki Bienal’in küratörünü seçiyor; o küratörün seçmiyle de 9. Bienal’in sathı mahalline bir nevi girmiş oluyoruz. Onun dedikoduları başlar, o mu seçilmeliydi, bu mu seçilmeliydi, vs. Aslında dünkü panelde de böyle öneriler geliştirilirken “Bienal küratörü acaba tek kişi mi olmalı?” modeli bile tartışıldı; “işi bir grup küratöre verelim”, “hayır, şuna verelim, Avrupalı’ya verelim, Amerikalı’ya verelim” vs. Radikal’den Evrim Altuğ da biraz da mizahi yaklaşımla “bu seferki küratörü ‘kökten tinci’ seçelim” gibi bir öneride bulundu. Muhtelif referansları var artık herhalde nasıl algılarsanız...
Aslında bu panellerde, ki katılanlar arasında Beral Madra, Ahmet Soysal, Nevzat Sayın, Haldun Dostoğlu, Halil Altındere, Levent Çalıkoğlu, Ömer Uluç, Kaya Özsezgin, Ayşegül Sönmez ve Evrim Altuğ vardılar iki ayrı panelde. Aslında bir tarafı ile üzücü bir yan olduğunu söylemek zorundayım; şu anlamda: 8. Bienal bitmek üzere ve birincisinden sekizincisine aslında çok önemli bir yol aldık. Siz hatırlamayabilirsiniz, ama bazı dinleyicilerimiz eminim hatırlarlar, 1., 2. ve 3. Bienallerde yaptığımız tartışmaları çoktan geçtik, yani o günlerde konuştuğumuz şeyleri artık gündemimize bile almıyoruz. Bienal öncesinde küratör seni ziyaret etti mi, beni ziyaret etti mi, senin işlerine baktı mı, bana baktı mı, onu mu seçti, niye onu seçti, Ahmet’i niye seçti, Mehmet’i niye seçmedi, vs. tartışmalarımız olurdu. Bienal kataloğu çıkar, sanatçıların “onun işi biraz büyük basılmış, benim eserim biraz küçük basılmış, benimki sol sayfaya basılmış, seninki niye sağ sayfaya basılmış?” diye...
ŞE: O kadar ayrıntılı tartışılıyordu?
HD: Evet. En azından buraları bitirdik, bir olgunluğa geldiğimizi düşünüyorum... düşünüyor idim. Ama gördüm ki bu tartışmalar sırasında, paneller sırasında hâlâ çok daha büyük yol alamamışız. Picasso’ya atfedilen bir laf vardır, biliyorsun: Picasso ile Braque bir dönem aynı resmi yapıyorlar, çok kısa bir dönem, kolajlar, gitar formu, viyolonsel formu üzerine kolajlar var, hatta iki resmi imzaları kapatıp baksak ayırt edemeyiz bile, o kadar yakınlar. Ama sonra yolları ayrılıyor ve daha sonra bunu Picasso’ya soruyorlar: “Siz birbirinize çok yakın şeyler yapıyordunuz, ne oldu da bu kadar ayrıldınız?”“Valla ben onu bir trene bindirdim ama, o bir sonraki istasyonda indi” der Picasso. Bu panelleri izledikten sonra bazı arkadaşlarımızın hâlâ bekleme salonunda beklediklerini...
ŞE: İlk istasyonda bile değil...
HD: Trene bile binememişler, tren almış yolunu birkaç istasyon gitmiş, ama hâlâ “Biz İstanbul’da Bienali niye yapıyoruz? İstanbul üzerine kurulmayan bir Bienalin ne anlamı var? İstanbul’un, doğu ile batının köprüsü, Asya ile Avrupa arasında?..” vs. biz bunları bitirdiğimizi düşünürken buralarda olanlar var. Tabii en temel tartışma şuradan çıkıyor, hâlâ hâlâ dünyada da bu böyle; bu sanat eseri üreten sanatçılar arasında yaptıkları mecra itibariyle muhtelif kamplaşmalar oluyor. Yaptıkları mecradan kastım, birileri tuval üzerine yağlıboya, akrilik, vs. resim yapıyor, birileri kağıt üzerine suluboya çini desen yapıyor, birileri enstalasyonlar, heykeller yapıyor, birileri videoyu kullanıyor; bugün şu anda kestiremediğimiz, bilemediğimiz başka mecraları da kullanacak sanatçılar çıkacak önümüzdeki yıllarda. Bu sanatçılar, tabii bu alanlar ne kadar günün dinamiklerine, günün sosyo-politik ortamına yaklaşırlarsa o kadar güncel oluyorlar, Bienal ortamı ister istemez bu güncelliği yakalamak, sanat içindeki bu yeni davranışları...
ŞE: Zamanın ruhunu yansıtmak değil mi?
HD: Tam dediğin gibi, zamanın ruhun yansıtmak üzere ele alındığı için de bazı mecralarda uygulanan işler daha az yer almakta giderek ve bu da sanatçılara... sanki biraz kendilerine karşı bir komploymuş eğilimine giriyorlar ki bunlardan kurtarmak lazım. Ben bunlardan kurtulduğumuzu zannediyordum ama...
ŞE: Bekleme salonu kalabalık görünüyor.
Son dakika Bienal turu rehberi...
HD: Madem Bienalden açıldık, aslında dinleyicilerimiz arasında hâlâ İstanbul’da olup da İstanbul Bienalini görmemiş olanlar için bir kez ve bu kez son kez bu sefer hatırlatalım. Pazar günü Bienal’in son günü, 8. İstanbul Bienali’nin ana binası, Salı Pazarı’ndaki 4. Numaralı Antrepo, onun dışında Tophane-i Amire binasında, Yerebatan Sarnıcı’nda ve Ayasofya’da yapıtlar var. Ama vakti dar ve hava şartlarını da dikkate alarak, “Kısa zamanda ben ne göreyim?” diye soracaklara belki şunu önerebilirim; bir kere mutlaka ve mutlaka Antrepo'ya gitmeliler, Bienal’in ana kalbi orada atıyor. Ondan sonra birazcık vakti olanlar Yerebatan Sarnıcı’na kadar gidebilirler.
Onun dışında, mesela bunu söylemek lazım, Ayasofya müzesini atlayabilirler, orada sergilenen işler aslında Ayasofya’nın muhteşemliği içinde o kadar ezik ve gözden ıraktalar ki, onları orada izlemek doğrusu bir heyecan vermiyor.
Ama üç iş var ki, bu söylediğim venülerde değil; bir tanesi Perşembe Pazarı’nda Yemeniciler Çarşısı’nda 52 numaralı adresle –öyle bir bina yok ama olsaydı 52 numara olacaktı- orada Kolombiyalı Doris Salcedo’nun bir işi var. Bienal’deki en çarpıcı on işten bir tanesi, yani görünce “İşte budur!” diyebileceğimiz türden. Diğeri Kapalıçarşı’nın arka tarafından Nuruosmaniye kapısından çıkınca –şimdi tam adresini veremeyeceğim- Tahtakale-Mercan Yokuşu’nun oralarda bir Valide Han var ki, oradaki esnafın hepsi biliyor, yani Valide Han hangisi diye sorabilirler. Orada –ismini şimdi yine hatırlayamadığım- bir sanatçını yapıtı var, mutlaka ve mutlaka hem han görülmeli hem de o yapıt görülmeli. Bir de Beyoğlu’nda Garanti’nin Platform Çağdaş Sanat Merkezi’nde Pakistanlı sanatçı Şaziye İskender’in işleri var. Yani vakti olanlar Antrepo dışında belki bunları da görürlerse, 8. İstanbul Bienal’i ile ilgili eksik olmayan bir kanaatle görmüş olabilirler, bunları önermekle bu hafta yetinelim istersen.
(13 Kasım 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)